Türk Modeline Ne Oluyor?
Cesurhan Taş – KGK Yayın Medya Meclis Sekreteri
Yakın bir tarihe kadar Türkiye, dini kimliği itibarıyla müslüman ağırlıklı bir toplumun, çoğulcu, demokratik değerlere saygı gösteren dünya ölçeğindeki en başarılı sentezi olarak örnek gösteriliyordu. İktisadi bakımdan sürekli büyüme sağlanıyor, bölgesel bir güç olarak kendini öne çıkarıyordu. Kişi başına düşen milli gelirin 10 yılda üçe katlanması bölgesel bir cazibe merkezi olmasına yol açıyordu. Bir Türk modelinden söz ediliyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Arap baharının ilk dönemlerinde Mısır, Tunus ve Libya gibi ülkeleri ziyaret ediyor ve büyük bir coşkuyla karşılanıyordu. Türkiye; Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu arasında geleceğin en etkili bölgesel gücü olacaktı. Peki, Türk Modeli neydi?
Müslüman bir toplumda yeni girişimcilerin mevcudiyeti, piyasa ekonomisi, demokratikleşme ve sivil toplumun devlet karşısında siyasal süreçlere katılma, müdahale etme gücünü bulması ve bunun yanında yeni toplumsal aktörlerin, yeni elitlerin ortaya çıkması, Türk Modeli’nin temel özelliklerini oluşturmaktadır. Türkiye’nin değişimiyle birlikte, yeni toplumsal güçlerin ortaya çıkışı, piyasa mekanizmasının gelişmesi, toplumsal farklılaşmaların derinleşmesi, sivil toplumun kimlik ve güç kazanması, sivilleşme ve demokratikleşme yönünde talepleri ortaya çıkardığı gibi, bu taleplerin somut toplumsal aktörlerini de tarih sahnesine çıkarınca, Türk modeli ortaya çıkmıştır. Peki, Türkiye’nin bugünkü kimliğini oluşturan bu dinamikler, kendiliğinden bir model olarak bütün Türk ve İslam coğrafyası için model olmaya devam edecek güçte midir, yoksa bu bir hayal midir?
Bir süredir Türk Modeli hakkındaki düşüncelerin tümüyle değişmekte olduğu gözlemleniyor. Çoğulcu demokrasinin, her farklı düşünceyi derhal bastırma yoluna giden çirkin bir otokrasiye dönüştüğü, ekonomik gidişatın tersine dönerek ülkeden yoğun bir yabancı yatırımcı kaçışının başladığı ifade ediliyor. Aynı zamanda dünya genelinde müslüman Türkiye olarak gördüğü itibar yerini aşağılanan bir imaja bıraktı. Türkiye, Orta Doğu’da nerdeyse herkesle sorunlu bir pozisyona düştü ve kendisini “değerli yalnızlık” içinde buldu.
Gezi Parkı protestoları ve daha sonra 15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’de kurumların demokratikleştirilmesinin hâlâ sağlanamadığını ve tamamlanamadığını gösterdi. Normal bir demokrasisinde, kontrolden çıkan bir kişi ya da kurumu diğerlerinin ikaz edip engellemesi gerekirdi. Ancak ülkede bir denge-denetim mekanizması kurulamadı. Benzer şekilde TBMM’nin de, muhalefetin de yetersiz kalması nedeniyle, denge kurucu bir otorite olarak devre dışı kaldığı görülüyor. En vahim olanı da bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı düzeninin de yürütme erkinin hizmetine girmesi, onun istediği yönde davalar açması ve kararlar vermesidir.
Demokratik protestoları bile kendisine karşı bir ulusal ve uluslararası komplo olarak gören iktidar ve çevresi, uluslararası bir faiz lobisi, Yahudi lobisi gibi hayali düşmanlar üretip geniş halk kitlelerini inandırmayı başarıyor. Bu da sorunların üzerinin sürekli örtülmesine ve yaranın kangren haline gelmesine yol açıyor. İktidarının ilk yıllarında uluslararası yatırımcılara istikrar ve sağlamlık imajı vermeyi başarabilen cumhurbaşkanı, son zamanlarda irrasyonel davranan ve en ilkel ön yargılarla hareket eden bir yürütme önderi profili çizmeye başladı. Bu da yerli ve yabancı sermayenin Türkiye’den çekilmesi ve Türkiye’nin bu yüzden yüksek dış ticaret açığı, yüksek enflasyon ve iktisadi kriz yaşamasına yol açıyor.
Gerek halk gerekse de devlet olarak sağduyu, ussallık ve bilimselliği temel alan bir yaklaşımı yaşam biçimi haline getirmek gerekiyor. Sürekli akla ziyan fantaziler uydurarak, bir devlet ve toplum uzun süre ayakta kalması beklenemez. İktisadi üretimin ve istikrarın siyasal düzenin de sağlamlığını belirleyeceğini bilmek ve ona göre bir planlama ve programlama yapmak gerekmektedir.