“Yalan dünya”da gazeteci olmak…
Ardan Zentürk- KGK Yaygın Medya Meclisi Üyesi
Takvimlerin 1890’lı yılların ortalarını gösterdiği günlerde, New York’ta yaşanılan bir basın rekabetinin bugünün dünyasına kadar uzanan bir öyküsü olabileceğini, olayın kahramanı iki ünlü medya patronu bile tahmin edemezdi.
New York World ile New York Journal arasındaki o acımasız haber rekabetini, günümüz gazetecilik/iletişim okullarında genç meslek adaylarına aktarıyorlar mı, bilemem ama, olayın kahramanlarının adları bile ilgi çekmeye yeterlidir.
O isimleri, meslekten olmayan insanların da yakından tanıdığından eminim: New York World’un sahibi Joseph Pulitzer’di ve William Randolph Hearst’ ün New York Journal ’ı alıp kendisiyle amansız rekabete girmesinden hiç memnun değildi. (Pulitzer, bir Macar mültecisi olarak basın sanayinde en alt seviyeden başlayıp zirveye tırmanmış bir isimdi, World’u almadan önce St.Louis-Dispatch isimli mütevazi bir yayın organını yönetiyordu. Hearst ise, tam tersine, gözünü olağanüstü bir servete açmıştı, ilk gazetesi The San Fransisco Examiner’i aile bütçesinden gelen parayla çıkarmış, devamında rekabet için Journal’i satın almıştı.)
Hearst servetine güveniyordu, en yüksek tirajı yakalamak için normalde 2 sente satması gereken gazeteyi bir sente satarak işe başladı. Fakat daha sonra aralarındaki rekabet, etkileri günümüze kadar süren “Sarı Gazeteciliği” doğurdu.
“Sarı Gazetecilik” kavramı, aslında, “sansasyonel” olarak adlandırılan ve hemen tamamı, masa başında uydurulmuş veya var olan bir haberin zorlama yorumlar ile okurun ilgisini çekebilecek hale getirilmiş manşetlerin okur tarafından hemen görülmesi amacıyla kullanılan sarı mürekkepten kaynaklanıyordu.
Masa başında üretilmiş haberlerin, gerçek gelişmeleri gölgede bıraktığı, okurun haberden çok yalana alıştırıldığı bir dönemdi ve gazetecilik üzerine yazılmış binlerce kitap, akademik çalışmalara karşın, hiçbir zaman ortadan kalkmadı. Aksine 21’nci yüzyılın “enformasyon devrimi”nde güçlendi.
- “Çevrimiçi yayıncılık ve yalanlar…
“Online” kelimesini bir alışkanlık olarak “çevrimiçi” kelimesinden daha çok kullanıyor, gazeteciliğin zemininin kaydığı 21’nci yüzyıldan gelecek yüzyıllara taşınacak bir kavram olarak onunla birlikte yaşıyoruz. “Çevrimiçi gazetecilikte” yaşanılan rekabetin, 19’ncu yüzyılın sonlarındaki Pulitzer-Hearst rekabetinin çizgilerini taşımasını nasıl değerlendirebiliriz?
Çoğu bir dakikayı bile geçmeyen, doğal ses efekti ile ham olarak verilip aksiyon kimliği korunmaya çalışılmış, izleyende yalnız 1 dakikalık bir ilgi uyandırabilecek videolar…
Yaşanılan bir olayı masa başında zorlama bir başlığa dönüştürüp ilgiyi artırmaya çalışan “kışkırtıcı kimlik…”
Gerçeği yakalamaktan çok eski Roma’nın gladyatör mücadelelerini, “fikir tartışması formatında” ekrana taşıyan TV programlarından her gece üretilen tarifi zor “polemikler…”
Köşe yazılarının giderek kişisel rekabet alanına dönüp, başlı başına “yalan haber üretim merkezine” dönüştüğü bir editörlük çöküşü…
Görünen, haber ve yorumculukta “kalite” kavramının arka plana itildiği bir süreç, zaten internet haber sitenizi kimse “tıklamıyorsa” en kaliteli yayıncılığın ne önemi olabilir ki?..
- Gazeteciliğin artan önemi ve “yalan…”
İnternet üzerinden yapılan yayıncılığın, gazeteciliği genel anlamda bir “Sarı Gazeteciliğe” dönüştürmesinin önü alınamaz mı? Alınır, ama bu alandaki yayıncılığın her koşul altında en yüksek “tık” olması nedeniyle bunun biraz zaman alacağı açıktır.
Çok değil, bundan 15 yıl önce yazılmış 21’nci yüzyıl gazeteciliğine ilişkin kitap veya akademik araştırmalarda, artan sosyal medya rekabeti ve “vatandaş gazeteciliği” nedeniyle gazeteciliğin hızla değişeceğini ve meslek insanlarının bu rekabet karşısında çok zor günler yaşayacağının savunulduğunu görürsünüz.
Özellikle akıllı cep telefonlarının yaşama hâkim olması ve sokaktaki insanın bu telefonlar ile çektiği görüntülerin Facebook, Twitter, Instagram ve tabii ki Youtube’da kullanılmasıyla birlikte gazeteciliğin çöküş sürecine gireceği bile ileri sürüldü.
Haber çalışmasını 20’nci yüzyıldan günümüze uzanan “etik kuralları” çerçevesinde yapmaya çalışan gazetecilerin, yaşanılan bu gelişmeler karşısında bir sarsıntı geçirdikleri gerçektir. Ama, zaman, erkenci yorumlarda, “çöpe atılacağı ifade edilen” o etik kuralların lehine işledi.
“Sosyal medyadan akan enformasyonun” buna bağlı olarak da “vatandaş gazeteciliğinin” kurumsal medyanın haber merkezlerini devre dışı bırakacağını savunanlar, çok önemli bir gerçeği unutmuşlardı: GÜVENİLİRLİK!..
MÖ’den 59 yılında eski Roma’da yayınlanmış Acta Diurna’ya kadar gidebilirim ama insanlığın “baskı makinesinden çıkmış ilk gazetesi” Relation’ın o dönem Kutsal Roma İmparatorluğu sınırları içinde yer alan Strasbourg’da 1605 yılında Almanca aylık dergi olarak Johann Carolus (1575-1634) tarafından yayınlanmasından bu yana, gazeteciliğin ana zemini “doğru habere” dayanan “güvenilirlik” oldu.
Bu, “geleneksel gazetecilik” anlayışı ile “çevrimiçi gazetecilik” anlayışı arasında ancak yaşanılacak deneyimlerin süzgecinden geçtikten sonra ve haliyle zaman içinde belli bir uzlaşmaya varacak çelişkinin başlangıcıdır.
“Geleneksel gazetecilik”, doğruluk, yayın öncesi titiz doğrulama süreci, denge, tarafsızlık üzerinde durur. “Çevrimiçi gazetecilik” ise sürat önemlidir. Bu nedenle haberin doğruluğunun yayın sonrası gelen tepkilerle oluşması, hatalı haberi önce verip sonra düzeltme, alanda çalışma şansı yakalayamayan, masa başı stajyer editörler ve genel anlamıyla taraflılık üzerine şekillenmektedir.
Çevrimiçi gazeteciliğin kendine önceden hazırlanmış doğal okuyucu/izleyici kitlesini çekmek amacıyla sarıldığı “taraflı olma” durumu, geleneksel gazeteciliğin etik kuralları açısından çok önemli bir karanlık noktadır ama, bu yapılanma beraberinde “şeffaflığı” getirdiği ve okuyucu/izleyiciye haber almak için yararlandığı kaynağın gerçek kimliğini herhangi bir tartışmaya gerek olmadan önceden duyurduğu için önemlidir.
Yayıncılık anlayışında yaşanılan köklü teknolojik değişim karşımıza şu tabloyu koymaktadır: Doğru ve tarafsız habercilik anlayışı, “yayından sonra düzeltilebilir ve taraflı” habercilik anlayışına dönüşebilir. Hemen söyleyeyim, böyle olmayacaktır.
“Gazetecilik” kavramının başka alanlar ile sınırlarının biraz bulanıklaştığı bir dönemden geçtiğimiz doğrudur.
“Taraflı yayıncılığı” yüksek “tık” almak için sürdüren bir gazetecinin “siyasi aktivist” kimliğini bir kenara koyarak tarifleri yapmamız mümkün değildir. Geleneksel gazetecilik anlayışının “sözde değil özde” tarafsızlık anlayışının, mesleği “siyasi aktivizmi” için kullananları ortaya çıkardığını göz ardı etmeden tarifleri oluşturmak zorundayız.
Gazeteciler günümüzde sosyal medyadan kaynaklanan “aktivist” kimlikler ve yalan/hatalı/yönlendirilmiş (en çok ekonomi/borsa alanında yaşanıyor) haberler ile nasıl mücadele edecekler?
Bunun cevabı, toplumun tercihlerinde kendiliğinden gelişiyor: “Doğru habere” ulaşmak için geleneksel doğrulama süreçlerini tamamlayıp, “gerçeği” kurumsal kimliğinin vaz geçilmez zemini haline getiren yayınların ve gazetecilerin önemi, 15 yıl önce doğmuş beklentilerin aksine güçleniyor.
Çünkü insanları yanlış/yalan/kurgulanmış haberler ile kısa süre aldatabilirsiniz, haberi yaşamının önemli bir parçası, hatta geleceğe dönük yaşam planlarında yön verici kavram olarak gören günümüz insanının güçlü tepkilere sahip olduğunu da gözden kaçıramayız.
“Gazetecilikte doğru” kavramı üzerine çalışmalarıyla tanınan Tom Rosenstiel ve Bill Kovach’ın “ doğru, hayli karmaşık bir kavramdır, gelen enformasyonu önce misenformasyon veya disenformasyondan temizlemeniz, çıkarlardan soyutlamanız ve toplumun tepkisine teslim etmeniz gerekir” yönündeki tarifleri önemlidir ama ben yine de, Carl Bernstein’in “gazeteciliğin kararlılığı aslında, elde edilebilen doğruyu ifade eder” yaklaşımını da eklemeyi tercih ederim.
Çünkü bazı doğruların ortaya çıkması zaman alabilir.
Ekonomi alanındaki akademisyenliğini siyasi aktivist kimliğine taşımış bir yorumcunun Youtube kanalından aktardığı döviz piyasası ile ilgili iddiaların yalan çıkması bir süreçtir ama, bu süreç aynı zamanda doğru hedefler göstermiş kurumsal medyanın da güçlenmesi anlamına gelmektedir.
Unutulmaması gereken, sadece, futbol yorumcularının doğruyu kovalamak gibi bir görevlerinin olmadığıdır. Onlar yanılabilirler ama bu yanılgı insanların doğrudan yaşamına dokunan bir yanılgı değildir, biraz sinir bozar, o kadar…
- Habercilik “öznel” yapı taşır, “doğru” olması bu nedenle esastır…
Yaygın söylemiyle “objektif (nesnel) habercilik” bir şehir efsanesidir.
Haberde “sübjektivite” (öznellik) muhabir/foto muhabiri/kameramanın olay mahalline ulaştığı anda başlar. Muhabirin yaşanılan olayda yakaladığı bir perde arkası gelişme, foto muhabiri veya kameramanın aynı olay mahallinde meslektaşlarından çok farklı görüntü elde etmeleri, hele, muhabirin yakaladığı özel boyutu destekleyen görsel çalışmaları başarmaları, o haberin kimliğinin farklılaşmasına neden olur. Aynı olay mahallinden rakiplerine oranla çok farklı haber taşıyan ekibin, işini iyi bilen bir editöre de ihtiyaç duyduğu açıktır, haberin değerlendirilmesinde öznellik, editör masasında güçlenir.
Washington Post’tan David Broder bu durumu şöyle yorumlar: Benim kişisel tecrübem, bütün haber öykülerinde gerçeklerin labirentinde yolumuzu zor bulduğumuzdur. Genelde haberin merkezindeki asıl karakteri zor tespit ederiz, olay kurgusunu biraz geç fark ederiz, önyargılarımız ve yanlış kararlarımız haberin içinde yer alır…”
İşte tam bu noktada yine, Rosentsiel-Kovach ikilisinin şu sözleri devreye girer: Haberi bütün kaynaklardan doğrulama disiplini gazeteciliği, gösteri dünyası, propaganda çarkları ve komplo teorisyenlerinden ayıran ana özelliktir. Senaristler, kendi hayal dünyalarında yarattıklarıyla yürümeye çalışırlar, gazeteci için önemli olan tek gerçek, şu anda ne olduğudur…
Aslında bu sözler, köşe yazılarında ve TV tartışma programlarında hayal dünyalarının ürünü gerçekler(!) ile tartışmaları yönlendirmeye çalışan portreler ile gazeteciyi ayıran sınırın bulanıklığını kaldırıyor.